3 Mayıs 2010 Pazartesi

100. Bölüm: Savaş Çağrısı

Tema Müziği: Lord of the Rings : Ride of the Rohirrim

2004 yılında sözlerine çok değer verdiğim ve çok sevdiğim bir insan tarafından bana hediye edildi bu blog, tıpkı aynı adı taşıyan mail adresim gibi. O zamanlar kendimi iyi hissetmezdim, yazmak iyi gelirdi. Önceleri kendimi anlattım, sonraları zaman değişti. Kavgalar yaşandı, aşklar, merhabalar ve vedalar. Hepsi bu sayfalarda dile geldi. Kimi zaman ben vardım kimi zaman sadece kelimeler. Daha sonra yine değişti bir şeyler.

Kendi yaşadıklarım birer hikaye oldu, farklı karakterler katıldı yavaş yavaş. Sıfırdan bir şeyler oluştu; zamanı ve mek
anı olmayan bir rüya alemi haline geldi. İki kız kardeş vardı, belki kardeş bile değillerdi; sadece bir bedene sahip iki farklı kadındılar. Kavga ettiler, eğlendiler, birbirlerini sevdiler, dertleri paylaştılar. Çok farklı, insan olmayan kişilerdi onlar belki, ama insandan bir farkları yoktu. Kimi zaman gelecekte karşımıza çıktılar, kimi zaman engizisyon mahkemesinde. Bazen bir lunaparktaydılar, ertesi gün ejderha avında bir fantastik evrende. Bir gün buhar gücünü buldular, ertesi gün üç boyutlu gözlüklerle oyunlara daldılar.

Çok uzun yıllar yaşadılar ve pek çok hayat gördüler. Çok şeyler keşfettiler ve hep öğrendiler. CamaeL yıllar boyu onu Cennet’te bırakıp giden sevgilisini aradı, Kan Kelebeği ise sadece CamaeL’i koruyup kolladı.

Cennet’in Altın Ordularının Gümüş Generali, Küçük Kanatlı, Tanrı’yı Gören ve pek çok başka isimle anıldı CamaeL. Savaşta zırhını kuşanıp karanlığa karşı orduları yönetti. O, adalet ve neşe idi. İçinde daima bir burukluk hissetti; yarısı kayıptı ve karanlık zamanlarda Lucifer’in yanında Dünya’ya inmişti. Daha sonraları CamaeL onu çok aradı, ama henüz bulamadı. Hiç umudunu kaybetmedi, hiç sadakatsizlik etmedi. O bekledi ve aradı. Bazen kendini kaybedip sonra tekrar bulsa da, inanmaya hep devam etti.

Cellat/ Fahişe/ Cadı ve pek çok başka isimle anıldı Kan Kelebeği. Baltasıyla beraber ağzında sigarası, meleklerin yapmak istemediği pis işleri yaptı. Kalbi yoktu; o çirkin işlerin kirlettiği bedenin altından çoktan söküp henüz safken bir sandığa kilitleyip saklamıştı. Severdi çok, sevdiği kişi için canını bile feda ederdi, eğer ölebilseydi. Kayıp bir ruh derlerdi onun için; CamaeL’in kayıp çocukluğu. Derlerdi, kanatlarının kırmızı rengi akan kanlarından ve akıttığı kandan gelirmiş. Realist ve acımasızdı sözleri çoğunlukla, ama aslında sadece iyiliğini isterdi sevdiklerinin.

Şimdi ise zor zamanlar bu hikayedeki karakterler için. Şekil değiştiren bu evrende artık geceler boyu yanan dev ateşler, asker çadırları, dövüş eğitim alanları var. Ufukta kırmızı bir gün batımı asılı kalmış durumda. Adanın ortasında kocaman bir kale yükseliyor dev surları olan. Sancaklar hafif ılık bir esintiyle dalgalanıyor. Metalin birbirine çarpma sesi, okların vızıltılarına karışıyor. Topraklar çorak, yeşillikler az bitmiş, ağaçlar ise sadece çok uzak topraklarında derin ormanlar oluşturuyorlar. Kale ufak bir gölü çevreliyor, etrafında minik ama çok güzel bir yerleşim var. Tam merkezde ise yüksek iki kuleli bir bina var, bahçesinde güller yetişen. Kulelerin birinde bir melek kanadı sancağı dalgalanıyor, ötekisinde bir kelebek.

Savaş yaklaşıyor.

--





Ufukta asılı kalmış olan gün batarken, CamaeL surların tepesindeki gözcü kulelerinden izliyordu hazırlıkları. Ufuk çizgisi sonsuza uzanıyordu ve çok uzaklarda, sislerin arasından seçebiliyordu kıyıdaki toprakları. Burası bir adaydı ve belirli bir yeri yoktu; kimileri derdi ki çok yaşlı bir kaplumbağanın sırtıydı bu ada, ve o yüzden yüzüyordu. Pek çok kereler değişime uğramış bu topraklarda zaman ve mekan yoktu. Bir gün bir güne benzemezdi, bir birinden eşsiz olurdu. Bir gecede krallıklar yıkılır, yeni teknolojiler gelişir, saatler içerisinde yepyeni efsaneler ortaya çıkardı.

Başını sessizce pencere pervazına dayadı; taş soğuktu. Gün batımının çok uzaklardan buraya gelen karanlığı sakladığını ve hatta onu buraya taşıdığının farkındaydı. Önceden haberi olmuştu savaştan, şimdiye kadar hiçbir şey yapmamış, ancak hazırlıklara başlamanın ve savaşmanın en uygun çözüm olduğuna kanaat getirmişti. İç çekti. Tek başına belki yeteri kadar güçlü olacaktı; ama yanında müttefikleri olursa, çok daha kolay olacağını ve kayıbın en aza ineceğinin de farkındaydı.

Kapı hafifçe tıklatıldı. Gelen Kelebek’ti. “Hazırlar.” Dedi gülümseyerek. CamaeL başını ileri geri salladı, ve onun peşinden merdivenleri inmeye başladı. Çok geçmeden yüksek ahşap bir kapıdan dışarı çıktılar; avlu idi burası. İleride hazırlanmakta olan bir grup haberciyi görüyordu; bineklerini hazırlıyordu kimi, kimi ise uçuş için kanatlarını ısıtıyordu. Kimi çok uzak topraklara gidecekti, kimi ise belki bir daha asla dönemeyecekti; ama hepsi görevlerinin ne kadar büyük önem taşıdığının farkındaydı. CamaeL ve Kelebek’in avluya inmesi ile beraber, çalışmakta olan herkes işini bıraktı ve onlara yaklaştı. CamaeL asasını elinde sıkıcı kavradıktan sonra derin bir nefes aldı.

“Bu bilinmeyen toprakların çocukları! Ülkemiz belki de şu ana kadarki en büyük savaşını vermek üzere! Şimdiye kadar gelen ön tehlikeleri bir şekilde savuşturduk, ancak devamında daha büyük bir tehlikenin geleceğinin farkına varamadık! Yaralarımızı sarmakta geciktik, kendimizi içimize kapattık ve dış ülkelerden gelen ziyaretçileri almadık! Kendi hatalarımızın bedelini çok uzun bir süre çektik!

“Ancak şimdi, şimdi bir şansımız var! Karanlığın çocukları tüm güçleriyle bize saldırmak üzere! Gün batımı ufukta dondu kaldı ve onlar yaklaştıkça giderek gece yaklaşmakta! Umudunuz kırılmasın; en aydınlık günler, en karanlık gecelerden sonra başlayacaktır! Yapmamız gereken, ne olursa olsun silahlarımızı elimizden bırakmamaktır!

“Öteki ülkelerdeki müttefiklerime sesleniyorum;

“Leviathan, suyun çocukları! Karanlık cadı ve parlak yıldız, duy sesimi! Okyanus canavarı, Yardımıma gel!

“Gezgin simyacı, mutluluk ve huzuru arayan umutsuz büyücü! Yardımıma gel!

“Denizlerin efendisi, İsis! Tüm öfkenle onları boğ. Yardımıma gel!

“Ülkelerin en huysuz bilgesi! Savaş tecrübenle bize yol göster. Yardımıma gel!

“Şarkılarıyla bizi neşeyle ve güçle dolduran ozan! Bir kez daha bizim zaferimizi anlat, yardımıma gel!

“Uzak ve yeşil tepelerde yaşayan zamanın efendisi! Savaşın çabuk geçmesini sağla, yardımıma gel!

“Asporia, beyaz ülke, beyaz aslan ırkından, şekil değiştiren avcılarını yolla bana! Bırak doya doya avlansınlar burada. Yardımıma gel!

“İllianas, Buzun çocukları! İçinizdeki tüm savaş tutkusunu ortaya çıkarın. Yardımıma gelin!

“Ve siz, orada, uzak diyarlrda olup buraya hiç yolculuk etmemiş olanlar! Yardımıma gelin!

“Birlikte güçlüyüz ve yeni günleri getirebiliriz, aydınlık günleri! Yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim!”

Kalabalıktan coşkulu bir bağırış yükseldi. Kelebek elini yavaşça CamaeL’in omzuna koyarken gülümsedi. O an onlarca kanat çırpıldı, onlarca ayak yerleri titretti. Haberciler yola çıkmıştı.

“Sence kaç tanesi cevap verecek?” diye sordu CamaeL.

Kelebek gülümsedi. “Yeteri kadar.”

~Rose

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder